Şiraz*
İran Edebiyatı’nın en
sevilen öykü yazarlarından Mustafa Mestur, 1964 yılında İran’ın
Ahvaz şehrinde dünyaya geldi. 1988 yılında İsfehan Teknik Üniversitesi İnşaat
Mühendisliği bölümünden mezun oldu ve Ahvaz
Şehit Çemran Üniversitesi’nde de Fars Dili ve Edebiyatı’nda yüksek
lisans yaptı. Yazarın ilk öyküsü “İki Yaşlı Gözbebeği” 1991 yılında Kiyan
Dergisi’nde, 12 kısa hikayeden oluşan ilk öykü kitabı “Kaldırımda Aşk” ise 1998
yılında yayınlandı. Daha sonra kaleme aldığı “Tanrı’nın Gül Cemalini Öp” romanı
eleştirmenler ve okuyucular nezdinde büyük bir beğeni kazandı. “Cüzzamlı Eller
ve Domuz Kemiği” adlı romanı ise Mestur’un en başarılı eseridir. Yazarın bu üç
kitabı Türkçe’ye çevrilmiştir. Türkçe’ye çevrilen diğer bir eseri ise “K’sız
Ş’siz Aşkın Hikayesi” adlı öykü kitabıdır. Mestur, eserlerinde okuyucunun
bilinçaltına kadın, ölüm, aşk, sevinç ve hüzün karışımı bir duygu
yerleştiriyor. Eserleri bu yönden farklılığını da ortaya koyuyor.
Bazı eserlerinde ise sinematografik
öğeleri ustaca kullanır. Mustafa Mestur’un yakın zamanda İran’da yayınlanan son
öykü kitabı da bu tarzda yazılmıştır. Filme uyarlanabilecek bir kitaptır. İranlı
yazar Mustafa Mestur'un İran’da Çeşme Yayınevi tarafından yayınlanan 115
sayfalık “En İyi Şekilde” adlı eseri 6
hikayeden oluşmaktadır. Hikayelerde geçen olaylar İran’ın Şiraz, Tahran,
Bender-i Enzeli, Meşhed, Ahvaz ve İsfahan’da geçtiği için bu hikayeler aynı
şehir isimlerini taşımaktadır. 4 Kasım’da Çeşme Yayınevi'nde Mustafa Mestur’un
imza günü münasebetiyle “En İyi Şekilde” okurlarıyla buluştu.
Şiraz
Bu hikayeyi ilk önce el emeği gibi
düşünerek çocuk arkadaşlarıma; Esi, Resul ve Aydi’ye hediye etmek istedim. Ama
daha sonra vazgeçtim. Hediyeyi takdim ederken sadece hediyenin her zaman
değerli olmasıyla ilgili bir durum değil- ben zaten hikayenin güzel olması
yönünde hep şüphe ettim- belki bu sebepten daha öte birşey vardır ki o da bu
işte kendimi daha iyi gören ahmakça bir düşünce olmasıdır. Aydi, daha önce yazdığım gibi )Ben Her Şeyin
Bilginiyim( Karun Nehri’nde boğuldu. Resul de bir bombanın patlaması sonucu öldü )Kaldırımdaki Aşk kitabına bakınız (Ah Esi ah. O da öldü. Ama biraz
daha yaşadı ve daha güzel bir yaşam ümidiyle Tahran’a giderken Bender Abbas
karayolundan Hacı Abat istikametinde trafik kazası geçirdi ve 22 yaşında hayata
veda etti. Bundan dolayı hikayeyi onlara hediye etmem onların ölümü karşısında benim hayatta kalıp yaşıyor olmam bir gurur
olacağını düşünüyorum. Özellikle ölümün hayattan daha çok bahse konu
olduğu pervasızca yazılmış bir hikayeyi ölen bir kişiye hediye etmek utanç
verici bir durumdur. Ama yine de bu kadar geçen zamana rağmen duvarın arkasından
bu üç dosta şu şekilde seslenmek istiyorum: Kuzularım! Hiçbir zaman sizi bu kadar özleyeceğimi hiç düşünmezdim.
Biz ölümden korkar gibi korkuyorduk ondan. “Biz” zamirinden kasıt ben, Resul, Aydi, Esi ve diğer küçük çocuklardı. Her zaman siyah paltosunu giyerdi. Kış-yaz, öğlen-sabah-akşam demeden her zaman aynı paltoyu giyerdi. Paltosu ayaklarına kadar uzanırdı. Paltosunun yakasını boğazına kadar kapatır ve şapkasını da başına çekerdi. Uzaktan göründüğü zaman sanki başı yokmuş gibi görünürdü. Resul, Hurma’nın bu paltoyla Walt Disney’in çizgi filmlerindeki ayak ve başları olmayan ruhlara benzediğini söylerdi. İkisi arasındaki tek fark ise çizgi filmlerdeki ruhların beyaz olmalarıydı.
Hurma geniş paltosuyla şimdiye
kadar hiçbir çizgi filmde görmediğimiz siyah bir ruha benziyordu. Aydi’nin
babası yıllarca önce bir askerin bu paltoyu Hurma’ya verdiğini söylemişti. Aydi’nin babası güvenlik memuruydu. Düğünlerde gelin veya damadın evinin
önünde bekleyip gelen misafirleri karşılardı. Elbette babam Hurma’dan hiç
korkmuyordu. Ama Salı günleri işi bitirdikten sonra sokağın içinden eve
doğru yol alırken onun o ilginç paltosuyla ayağa kalktığını gördüğünde yüzünü duvara
çevirir ve dudak altında birşeyler söylerdi. Belki Hurma’ya küfrediyordu. Belki
şeytana, ya kendisine veya belki de salı gününe.
Babam elli iki defa olduğunu söyledi.
Aydi’nin babası elli dokuz defa. Hepsinden daha yaşlı Hatun Nine ise altmış üç
veya elli dört defa. Köle Köpek de bin defa olduğunu söylüyordu. Köle
Köpek yalan söylüyordu. Çünkü kendisine göre fazla olan her şeye bin derdi. Köle
Köpek bir kişinin artık bu işi yapması gerektiğini söylüyordu; Hurma veya bir
başkası. Hurma’nın bu işi “En İyi Şekilde” yapacağını söylüyordu. Elli veya
altmış defa ne demek oluyor! Bana göre bir defa bile fazlaydı. Bu iş için en iyi veya en kötü şekilde
de ne anlama geliyor? İşte bunun için Hurma’dan korkuyorduk hepimiz.
Neden ona Hurma dediklerini bilmiyorum. Ama babam onun gençlik
yıllarında Abdulhamit Pazarı’nda hurma sattığı için kendisine Hurma dediklerini
söylüyordu. Bir defasında Hatun Nine de evinin bulunduğu yerde hurma fidanlığı
olmasından dolayı kendisine Hurma dediklerini ya da Hurma’nın evinin bulunduğu
yer mahallenin en eski hurma bahçesi olduğunu ve mahalle sakinlerinin de buradaki
ağaçlara dilek için bez bağladıklarını anlatmıştı. Ben de birkaç kere Akdes
Hanım, Hatun Nine ve Sıdıka Nine hatta Şehin Tela’nın da Hurma’nın bahçesindeki
hurma ağaçlarına dilek için bez bağladıklarını görmüştüm. Ama hizmetçi, rusumat
şirketinin ondan hurma aldığını ve bunun için de kendisine Hurma dediklerini
aktarmıştı. Bir defasında babama rusumatın ne olduğunu sormuştum. Babam da
şöyle dedi: “Kaç defa hizmetçinin yanına gitme dedim sana” söyleyerek beni
azarladı.
Hurma’nın eşi yoktu. Daha doğrusu o bizim mahallemize geldiğinde hiç
kimse onun eşini görmemiş. Esi’nin babası Hurma’nın burda ne işler çevirdiğini görmemesi
için eşini Kirman’da bıraktığını söylüyordu. Sanırım yetmiş yaşlarındaydı
Hurma. Belki daha fazla. Bütün saçı ve sakalı bembeyaz olmuştu. O, Hint
filmlerine aşıktı. Resul, onu en az yüz kere Raj Kapoor ve Delip Kumar
filmlerini izlemek için Moulin Rouge Sineması önünde bilet sırasında
beklediğini söylemişti. Ben de bir keresinde onu sinema salonunda görmüştüm. O
zaman Sengam filmini izlemeye gitmiştim ve salon çok aşırı derece kalabalıktı. Sanırım
Raj Kapoor ve Rajendra Kumar’ın ismi filmde geçtiği için salon bu kadar
kalabalıktı. Raj kapoor, Soonder, Rajendra Kumar da Goopal adıyla filmde
oynuyordu. Filmde ikisi Radha adında bir kıza aşık olur. Duygusal bir filmdi.
Yani diğer Hint filmlerine göre daha duygusal bir filmdi. Film dört bölümden
oluşuyordu. İkinci bölümde ara verildiğinde gözüm Hurma’ya takılmıştı. Ön
sıradaydı ve sandviç yiyordu. Kıştı mevsim ve dışarı da çok soğuk olmasına
rağmen sinema salonu o kadar sıcaktı ki sıcaktan nefes almakta zorlanıyordum. Salon
çok kalabalıktı. Cehennem gibi olan o ortamda Hurma paltosunu çıkarmamıştı.
Sadece boğazına kadar kapattığı yakasını açmıştı. Filmin sonuna doğru pamuklu
eldivenlerimi kaybettiğimi farkettim ve filmin bitmesini bekledim. Film biter
bitmez koltukların altına bakacaktım. Film esnasında ön taraftan ikinci defa
yüksek sesle ağlayan birinin sesi duyuldu. İlk ağlama sesi Goopal’ın arkadaşı için Radha’ya olan aşkından
vazgeçtiği sahnede duyulmuştu. İkinci ağlama sesi ise filmin sonunda Goopal’ın intihar ettiği zaman duyuldu. Film bitti ve
ışıkları açtılar. Eldivenlerimi bulmak için koltuklarına altına bakmaya
başladım. En sonunda eldivenlerimi ön koltuklardan birinin altında buldum. Çok
kirlenmişti. Toz-toprak olmuştu. Galiba eldivenlerimi ayaklarıyla bin kişi çiğnemişti.
O kadar çok kirlenmişti. Koltukların altından başımı yukarıya kaldırdığımda hiç
kimsenin sinema salonunda olmadığını gördüm. Herkes gitmişti. Ama Hurma hala
yerinden bile kalkmamış ve beyaz perdeye dalıp gitmişti. Sanki film hala devam
ediyordu da sadece kendisi görebiliyordu filmi. Yüzü ıslanmıştı. Terlemiş miydi
yoksa filmden dolayı mı ağlamış mıydı, bilmiyorum.
Esi, bir defasında onun her cuma günü hayvanat bahçesine gittiğini
anlatmıştı. Hurma hayvanat bahçesini çok severdi ve adeta oraya aşıktı. Ben,
Esi ve Aydi nehrin kenarında oturmuş ve suya taş fırlatıyorduk. O yıllarda
yağmur çok fazla yağmış ve suyun seviyesi de nehrin kenarına kadar yükselmişti.
Bundan dolayı taşın suyun üzerinde daha çok takla atması için taşı çok iyi
fırlatmak gerekiyordu. Esi, hepimizden daha iyi taş fırlatıyordu. Onun attığı
her taş suyun üzerinde daha çok takla atıyordu.
Resul gözlerini yummuş ve yeşil bir şişenin arkasından gökyüzüne
bakıyordu. Gökyüzüne arkasından baktığı cam şişe galiba Köle Köpek’in Irak
yapımı şişesiydi. Resul, onun bir kafese koymak gerektiğini söylüyordu.
Esi, insanların onun ördeklere aşık olduğunu ve cuma
günleri de sabah erken saatte hayvanat
bahçesine gittiğini ve ördeklerin bulunduğu havuza ekmek attığını
söylediklerini anlatmıştı.
Aydi, sivri bir taş aldı ve sol ayağını öne
attı. Sonra bir gözünü kapattı ve öne doğru eğilebildiği kadar eğildi. Bir anda
nehre doğru dalıp gitti ve sonra başı dönmüş biri gibi nehir tarafına doğru ayağı
kaydı. Az kalsın suya düşüyordu. Ama son anda hızlıca kendisini geriye doğru
attı ve bütün gücüyle taşı suya fırlattı. Taş sadece iki kere suyun üzerinde
takla attı ve sonra da nehrin dibine doğru kendisini salıverdi.
Esi: Şimdş bu da ne anlama geliyor?
Şöyle dedim: Resul onu ver de bir de ben
bakayım.
Yeşil renkli şişeyi Resul’den aldım ve
onun arkasından suya bakarken bir an için dalıp gitmiştim. Nehir sanki yemyeşil
bir renge bürünmüş ve dalgaları da suyun kenarına vuruyordu.
Esi, yerden bir taş aldı ve eğildi ve
sonra elini yere doğru götürdü. Taşı suya atmadan önce onun için bir planı olduğunu
söyledi.
Aydi: Hmm hmm bir şey değilim.
Esi: Ne değilsin anlamadım? Ben daha bir şey
söylemedim ki.
Taşı fırlattı ve hep beraber birlikte
saymaya başladık: Bir, iki, üç, dört, beş, altı ve yedi.
Aydi şişeyi aldı ve onun arkasında Esi’ye
bakmaya başladı ve “Ben ondan korkuyorum. Ben bir şey değilim”
demeye başladı.
Resul: Eee planın ne? Hadi söyle artık.
Esi, babasının kendisi için Kuveyt’ten
getirdiği radyosunu cebinden çıkarıp açtı. Radyoyu açtığında biri Arapça şarkı
söylüyordu. Radyoda Arapça söyleyen kişinin sesi o kadar boğuk geliyordu ki kim
olduğu ve ne söylediği belli değildi. Galiba şarkı söyleyen kişi Om Kalsoum’du.
Esi: Bilmiyorum. Daha çıkartamadım kim
olduğunu.
Üç gün sonra Esi sözünü ettiği planını
hazırlamıştı. Hurma için getirdiğini söylediği resim çok kötü bir çizimdi. bunu
kız kardeşinin çizdiğini söyledi. Resimde Hurma’nın boynunda bir de ip vardı.
Yüzünü kız kardeşinin çizdiğini ama ipi sonradan kendisinin eklediğini anlattı.
Kız kardeşinin ip ve Hurma macerasından birşey farketmek istemediğini söyledi.
Esi planını anlattığı zaman Aydi bunu bir şartla kabul edeceğini söyledi. Şartı
da Esi’nin bizimle gelip sokağın başında beklemesi ve orda gözcülük yapmasıydı.
Öğlen yemek yedikten sonra Hurma’nın yanına gitmeye karar verdik. Hurma’nın evi
bizim evimizden birkaç sokak ilerde Atayi çıkmaz sokağındaydı. Tam olarak
Mansur Han Lastik Deposu’nun arkasındaydı. Mevsim yazdı ve hava da o kadar
sıcaktı ki kediler ya ağaçların ya da arabaların altına kaçıp
gölgeleniyorlardı. Yola koyulduğumuzda yolda birkaç kere eve dönmeyi istedik.
Hava o kadar sıcaktı ki Aydi, serinlenmek için ilk önce nehre girip daha sonra Hurma’nın yanına gidelim dedi. Ama
Resul, Moulin Rouge Sineması’nın Seeta Aur Geeta
adında yeni bir film getirdiğini ve Hurma’nın da bu film için evden
çıkabileceğini söyleyerek Aydi’ye itiraz etti. Aydi babasının fötr şapkasını
başına takmıştı. Fötr şapkası o kadar büyüktü ki kulaklarını bile kapatmıştı.
Resul, Esi’nin omuzlarına çıkacak ve resmi duvardan Hurma’nın evinin avlusuna
atacak ve resmi attıktan sonra da zile basıp kaçacaktık. Bütün planımız buydu.
Aydi,
sokağın başında lotus ağacının gölgesinde durup gözcülük yapıyordu. Şapkasının
ön tarafını da biraz yukarıya doğru kaldırmıştı. Gömleği terlemekten
ıslanmıştı. Hiç kimse sokakta yoktu. Her taraf bomboştu ve ortalığı bir
sessizlik kaplamıştı. Sadece evlerin avlularında bulanan ağaçların rüzgarın
etkisiyle ses çıkaran bir esintiden başka bir şey yoktu sokağın içinde. Ağaçlardan
çıkan bu vızıltı korkunç bir ses yapıyordu. Hurma’nın evine ulaştığımızda
sessizce duvarın dibine yaklaştık. Resul’un Esi’nin omuzuna ayaklarını koyup duvara
çıkması için ben ellerimi birbirine geçirdim. Resul, Esi’nin omuzuna çıktığı
zaman hurma ağacının sivri dikenleri onun saçına ve yüzüne battı. Resul de
hurma ağacının dallarına sövdü. Resul ağır biriydi ve
Esi, Köle’nin bazen çok sarhoş olduğu zamanlarda
yalpalayarak yürüdüğü gibi birkaç
kere sendeledi. Az kalsın Resul’u yere bırakacaktı. Ama daha sonra ellerini
duvara dayadı ve artık ne sağa ne de sola sallanıyordu. Duvarın dibinde biz ve yukarısında
ise Resul vardı. Resul, bir elini duvarın bir kenarına dayamış ve bir eliyle de
cebindeki üzerine resim çizilmiş kağıdın arıyordu. Hepimizin çok korktuğu
belliydi. Çünkü hiç kimseden çıt bile çıkmıyordu. Hepimiz sanki Hurma’nın
avlunun kapısından çıkıp bağıracağını bekliyorduk. “Burada ne yapıyorsunuz? Ne
işiniz var burada eşek sıpaları?” şeklinde tepki vereceği bir beklenti
içerisindeydik.
Korkmamak için Şiraz’ı düşünmeye başladım. Geçen yaz babam bizi
otubüsle Şiraz’a götürmeyi düşünüyordu. Şiraz’ın görülmeye değer birkaç resmini
bizim ders kitabında görmüştüm. Ama onlardan sadece bir tanesini daha çok
sevmiştim. O resmi Cemşit Tahtı, İrem Bahçesi ve Hafiziye’den daha çok
sevmiştim. Büyük bir saatti. Çokça büyük bir saatti. Şehrin meydanlarından
birinin ortasına koymuşlardı. Her zaman o saati yakında görmeyi istiyordum.
Saatin akrebini ve içine ellerimle dokunmayı istiyordum. Akrebin üzerine oturup
rakamlardan birinin üzerinden uçmayı istiyordum hep. Üçün üzerinden
uçabilirdim. Beş, yedi veya onbir de olabilirdi. Farketmezdi hangi rakam olduğu
ama uçmayı çok istiyordum herhangi birinin üzerinden. Saatin üzerine çıkıp
saniyelerin arkasından koşmayı istiyordum.
Aydi şapkasını çıkardı ve hızlı hızlı
sallamaya başladı. İlk önce ne yapmak istediğini anlayamadık. Sonra “Hur... Hur...”
dedi ve kaçmaya başladı. Esi’ye dedim ki galiba Hurma geldi. Daha sonra Hurma
uzun ve siyah paltosuyla sokakta beliriverdi. Esi, Hurma’yı görür görmez
duvarın dibinden çıktı. O sırada Resul de onun omuzundaydı ve yere düştü. Yere
düşer düşmez dertten feryat etti. Esi’ye de sövdü. Hurma’nın gözü bize iliştiğinde
bir an için durdu ve sonra ellerini paltosunun cebinden çıkardı. Biz de bilinçsizce
birkaç adım geriye doğru gittik ve sokağın çıkmaz sokak olduğu aklımıza gelince
duraksadık. Durduğumuz yerde donup kaldık. Hurma biz üç çocuğu kedi gibi tutup
kaçmamamız için kafasında plan yapıyordu sanki. Yavaş yavaş bize doğru yaklaştı
ve gölgesi de bizim üzerimize düşmüştü. Bin kere arzu ettim ki keşke Aydi’nin
yerinde olsaydım. Resul, Esi’nin suçu olduğunu söyledi ve hemen de ağlamaya
başladı. Sonra resmi Hurma’ya verdi. Hurma resme bakarken dalıp gitmişti. Biz
de cennete açılan bir kapı ümidiyle onun sağından-solundan ve ayaklarının
arasından kaçmaya başladık.
Haberi ilk olarak Aydi’nin babasından
duymuştuk ve hiç kimse inanamamıştı duyduğu şeye. Onun resmini gazetede
gördüğümüzde şaşkınlıktan öylece kala kalmıştık. Hurma’nın küçük bir resmi gazetede yayınlanmıştı ve onun
gözleri anlamını bilmediğim siyah bir dikdörtgen içine alınmıştı. Resminin
altında “Katil” yazıyordu. Gazetede Hurma’nın eşinin onun ne işle uğraştığını
anladığı zaman ondan ayrılıp kız kardeşinin evine gittiğini yazıyordu. Aynı gazetede
Hurma’nın eşini çok sevdiği için yaptığı davranışlarının önünü alamayıp en
sonunda eşini öldürdüğü haberi de yazının devamındaydı. Hurma, muhabire dünyada
en çok eşini sevdiğini sonra hayvanat bahçesindeki ördekleri ve son olarak da
Hint filmlerini çok sevdiğini anlatmıştı. Eşinin de bir resmi gazetede
yayınlanmış ve altında şu satırlar yazıyordu: “Maktul; Sageri Nebati, Yaş: 65”.
Ama gözlerinin üzerinde herhangi bir siyah dikdörtgen biçiminde bir işaret
yoktu.
Otubüse binip koltuklarımıza geçtiğimizde
kız kardeşim Tuba yanımdaki koltukta hemen uykuya daldı. Ama ilk önce biraz
oyuncağıyla oynadı ve sonra da uyudu. Dünyada en sevmediğim şey varsa o da bir
oyuncakla konuşmaktır. Çünkü siz bin saat de konuşsanız bir oyuncakla yine de size
bir kelime dahi olsun herhangi bir cevap veremez. Arka koltukta oturan babam da anneme
Şiraz’ın görülmeye değer yerlerini anlatıyordu. Cemşit Tahtı’nı anlatıyordu.
Sadiye hakkında bir şeyler anlatıyordu. Kur’an Kapısı, İrem Bahçesi ve Kerim
Han Kalesi’ni anlatıyordu anneme. Ben başımı cama dayadım ve gözlerimi
kapattım.
Ders kitabında gördüğüm o büyük saati biraz düşünmeyi arzuladım. Ama
elimde olmayarak Hurma’yı düşünmeye başladım. Moulin Rouge Sineması, hayvanat
bahçesi ve ördekleri hatırladım bir anda nedenini bilmediğim bir şekilde. Sonra
kendi kendime dedim ki şimdi Hurma’yı yakalamışlar artık kim ipi onun boynuna
geçirecek? Kim ördekler için ekmek götürecek? Arkama dönüp bunları babama
sorayım derken anneme çok ilginç şeyler anlattığını gördüm; bin kaç yüzyıl önce
bir padişah yeryüzünde kendisi için bir cennet yapmak istemiş ve bunun için çok
büyük ve bir o kadar da çok güzel bir bahçe
yapmış kendisine. O bahçenin adı da İrem Bahçesi’ymiş. Babam Şiraz’da bulunan
İrem Bahçesi’ni de o padişahın yaptığı bahçeye özenerek yapıldığını anlatıyordu
anneme. Cenneti hep hayal etmek için yapmışlar Şiraz’daki İrem Bahçesi’ni.
Sonra önüme döndüm ve uyudum. Belki bir şehri belki de iki şehri arkamızda
bırakmıştık. Rüyamda hayvanat bahçesini gördüm ve askerler ana caddeden Atayi
sokağına doğru ilerliyorlardı. Ama o büyük tabelanın üzerine “Hayvanat Bahçesi”
yazmak yerine “Moulin Rouge Sineması” yazıyordu. Sonra biz sinemanın içindeydik
ve sinema salonunun ortasında bir de havuz vardı. Film yerine sinema salonunun
ortasında bulunan havuzun içindeki ördekleri izliyorduk. Daha sonra Hurma geldi
ve havuzdaki ördeklerden çok güzel ve beyaz olan birini aldı ve Vyjayanthimala’ya
verdikten sonra ikisi beraber bir Hint şarkısı eşliğinde dans etmeye
başladılar. Onlar dans ederken ben, Esi, Aydi ve Resul de sinemanın perdesinin
önünde bulanan büyük saatin üzerinde koşuyor ve akrebini hızlı hızlı
çeviriyorduk.
Trenin korna sesiyle bu tatlı uykudan uyandım aniden. Uyandığımda
başımı hala camdan ayırmış değildim ve o şekilde göz kapaklarımı zar zor açmaya
çalıştım. Camdan dışarıya dalmıştım ve uykuyla uyanıklık arasındaydım. Biraz
ilerde son süratle bir tren bize doğru yaklaşıyordu ve yanımızdan hızlıca geçerken
trenin içindeki insanlar da bize el sallıyorlardı. Babam uyumuştu. Annem
uyumuştu. Kız kardeşim Tuba da. Kısacası otobüsteki bütün insanlar uyumuşlardı.
Ama tren yolcuları bunu bilmiyorlardı.
*Mustafa Mestur'un En İyi Şekilde adlı öykü kitabından çevrilen bu hikaye Bütimar Dergisi'nin 3. sayısında yayınlanmıştır.
Yorumlar