Şiraz*

      
      İran Edebiyatı’nın en sevilen öykü yazarlarından Mustafa Mestur, 1964 yılında İran’ın Ahvaz şehrinde dünyaya geldi. 1988 yılında İsfehan Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden mezun oldu ve Ahvaz  Şehit Çemran Üniversitesi’nde de Fars Dili ve Edebiyatı’nda yüksek lisans yaptı. Yazarın ilk öyküsü “İki Yaşlı Gözbebeği” 1991 yılında Kiyan Dergisi’nde, 12 kısa hikayeden oluşan ilk öykü kitabı “Kaldırımda Aşk” ise 1998 yılında yayınlandı. Daha sonra kaleme aldığı “Tanrı’nın Gül Cemalini Öp” romanı eleştirmenler ve okuyucular nezdinde büyük bir beğeni kazandı. “Cüzzamlı Eller ve Domuz Kemiği” adlı romanı ise Mestur’un en başarılı eseridir. Yazarın bu üç kitabı Türkçe’ye çevrilmiştir. Türkçe’ye çevrilen diğer bir eseri ise “K’sız Ş’siz Aşkın Hikayesi” adlı öykü kitabıdır. Mestur, eserlerinde okuyucunun bilinçaltına kadın, ölüm, aşk, sevinç ve hüzün karışımı bir duygu yerleştiriyor. Eserleri bu yönden farklılığını da ortaya koyuyor.
 
     Bazı eserlerinde ise sinematografik öğeleri ustaca kullanır. Mustafa Mestur’un yakın zamanda İran’da yayınlanan son öykü kitabı da bu tarzda yazılmıştır. Filme uyarlanabilecek bir kitaptır. İranlı yazar Mustafa Mestur'un İran’da Çeşme Yayınevi tarafından yayınlanan 115 sayfalık  “En İyi Şekilde” adlı eseri 6 hikayeden oluşmaktadır. Hikayelerde geçen olaylar İran’ın Şiraz, Tahran, Bender-i Enzeli, Meşhed, Ahvaz ve İsfahan’da geçtiği için bu hikayeler aynı şehir isimlerini taşımaktadır. 4 Kasım’da Çeşme Yayınevi'nde Mustafa Mestur’un imza günü münasebetiyle “En İyi Şekilde” okurlarıyla buluştu.

 
 Şiraz
      Bu hikayeyi ilk önce el emeği gibi düşünerek çocuk arkadaşlarıma; Esi, Resul ve Aydi’ye hediye etmek istedim. Ama daha sonra vazgeçtim. Hediyeyi takdim ederken sadece hediyenin her zaman değerli olmasıyla ilgili bir durum değil- ben zaten hikayenin güzel olması yönünde hep şüphe ettim- belki bu sebepten daha öte birşey vardır ki o da bu işte kendimi daha iyi gören ahmakça bir düşünce olmasıdır. Aydi, daha önce yazdığım gibi )Ben Her Şeyin Bilginiyim( Karun Nehri’nde boğuldu. Resul de bir bombanın patlaması sonucu öldü )Kaldırımdaki Aşk kitabına bakınız  (Ah Esi ah. O da öldü. Ama biraz daha yaşadı ve daha güzel bir yaşam ümidiyle Tahran’a giderken Bender Abbas karayolundan Hacı Abat istikametinde trafik kazası geçirdi ve 22 yaşında hayata veda etti. Bundan dolayı hikayeyi onlara hediye etmem onların ölümü karşısında benim hayatta kalıp yaşıyor olmam bir gurur olacağını düşünüyorum. Özellikle ölümün hayattan daha çok bahse konu olduğu pervasızca yazılmış bir hikayeyi ölen bir kişiye hediye etmek utanç verici bir durumdur. Ama yine de bu kadar geçen zamana rağmen duvarın arkasından bu üç dosta şu şekilde seslenmek istiyorum: Kuzularım! Hiçbir zaman sizi bu kadar özleyeceğimi hiç düşünmezdim.

      Biz ölümden korkar gibi korkuyorduk ondan. “Biz” zamirinden kasıt ben, Resul, Aydi, Esi ve diğer küçük çocuklardı. Her zaman siyah paltosunu giyerdi. Kış-yaz, öğlen-sabah-akşam demeden her zaman aynı paltoyu giyerdi. Paltosu ayaklarına kadar uzanırdı. Paltosunun yakasını boğazına kadar kapatır ve şapkasını da başına çekerdi. Uzaktan göründüğü zaman sanki başı yokmuş gibi görünürdü. Resul, Hurma’nın bu paltoyla Walt Disney’in çizgi filmlerindeki ayak ve başları olmayan ruhlara benzediğini söylerdi. İkisi arasındaki tek fark ise çizgi filmlerdeki ruhların beyaz olmalarıydı.
 
     Hurma geniş paltosuyla şimdiye kadar hiçbir çizgi filmde görmediğimiz siyah bir ruha benziyordu. Aydi’nin babası yıllarca önce bir askerin bu paltoyu Hurma’ya verdiğini söylemişti. Aydi’nin babası güvenlik memuruydu. Düğünlerde gelin veya damadın evinin önünde bekleyip gelen misafirleri karşılardı. Elbette babam Hurma’dan hiç korkmuyordu. Ama Salı günleri işi bitirdikten sonra sokağın içinden eve doğru yol alırken onun o ilginç paltosuyla ayağa kalktığını gördüğünde yüzünü duvara çevirir ve dudak altında birşeyler söylerdi. Belki Hurma’ya küfrediyordu. Belki şeytana, ya kendisine veya belki de salı gününe.

      Babam elli iki defa olduğunu söyledi. Aydi’nin babası elli dokuz defa. Hepsinden daha yaşlı Hatun Nine ise altmış üç veya elli dört defa. Köle Köpek de bin defa olduğunu söylüyordu. Köle Köpek yalan söylüyordu. Çünkü kendisine göre fazla olan her şeye bin derdi. Köle Köpek bir kişinin artık bu işi yapması gerektiğini söylüyordu; Hurma veya bir başkası. Hurma’nın bu işi “En İyi Şekilde” yapacağını söylüyordu. Elli veya altmış defa ne demek oluyor! Bana göre bir defa bile fazlaydı. Bu iş için en iyi veya en kötü şekilde de ne anlama geliyor? İşte bunun için Hurma’dan korkuyorduk hepimiz.

     Neden ona Hurma dediklerini bilmiyorum. Ama babam onun gençlik yıllarında Abdulhamit Pazarı’nda hurma sattığı için kendisine Hurma dediklerini söylüyordu. Bir defasında Hatun Nine de evinin bulunduğu yerde hurma fidanlığı olmasından dolayı kendisine Hurma dediklerini ya da Hurma’nın evinin bulunduğu yer mahallenin en eski hurma bahçesi olduğunu ve mahalle sakinlerinin de buradaki ağaçlara dilek için bez bağladıklarını anlatmıştı. Ben de birkaç kere Akdes Hanım, Hatun Nine ve Sıdıka Nine hatta Şehin Tela’nın da Hurma’nın bahçesindeki hurma ağaçlarına dilek için bez bağladıklarını görmüştüm. Ama hizmetçi, rusumat şirketinin ondan hurma aldığını ve bunun için de kendisine Hurma dediklerini aktarmıştı. Bir defasında babama rusumatın ne olduğunu sormuştum. Babam da şöyle dedi: “Kaç defa hizmetçinin yanına gitme dedim sana” söyleyerek beni azarladı.

     Hurma’nın eşi yoktu. Daha doğrusu o bizim mahallemize geldiğinde hiç kimse onun eşini görmemiş. Esi’nin babası Hurma’nın burda ne işler çevirdiğini görmemesi için eşini Kirman’da bıraktığını söylüyordu. Sanırım yetmiş yaşlarındaydı Hurma. Belki daha fazla. Bütün saçı ve sakalı bembeyaz olmuştu. O, Hint filmlerine aşıktı. Resul, onu en az yüz kere Raj Kapoor ve Delip Kumar filmlerini izlemek için Moulin Rouge Sineması önünde bilet sırasında beklediğini söylemişti. Ben de bir keresinde onu sinema salonunda görmüştüm. O zaman Sengam filmini izlemeye gitmiştim ve salon çok aşırı derece kalabalıktı. Sanırım Raj Kapoor ve Rajendra Kumar’ın ismi filmde geçtiği için salon bu kadar kalabalıktı. Raj kapoor, Soonder, Rajendra Kumar da Goopal adıyla filmde oynuyordu. Filmde ikisi Radha adında bir kıza aşık olur. Duygusal bir filmdi. Yani diğer Hint filmlerine göre daha duygusal bir filmdi. Film dört bölümden oluşuyordu. İkinci bölümde ara verildiğinde gözüm Hurma’ya takılmıştı. Ön sıradaydı ve sandviç yiyordu. Kıştı mevsim ve dışarı da çok soğuk olmasına rağmen sinema salonu o kadar sıcaktı ki sıcaktan nefes almakta zorlanıyordum. Salon çok kalabalıktı. Cehennem gibi olan o ortamda Hurma paltosunu çıkarmamıştı. Sadece boğazına kadar kapattığı yakasını açmıştı. Filmin sonuna doğru pamuklu eldivenlerimi kaybettiğimi farkettim ve filmin bitmesini bekledim. Film biter bitmez koltukların altına bakacaktım. Film esnasında ön taraftan ikinci defa yüksek sesle ağlayan birinin sesi duyuldu. İlk ağlama sesi Goopal’ın  arkadaşı için Radha’ya olan aşkından vazgeçtiği sahnede duyulmuştu. İkinci ağlama sesi ise filmin sonunda Goopal’ın  intihar ettiği zaman duyuldu. Film bitti ve ışıkları açtılar. Eldivenlerimi bulmak için koltuklarına altına bakmaya başladım. En sonunda eldivenlerimi ön koltuklardan birinin altında buldum. Çok kirlenmişti. Toz-toprak olmuştu. Galiba eldivenlerimi ayaklarıyla bin kişi çiğnemişti. O kadar çok kirlenmişti. Koltukların altından başımı yukarıya kaldırdığımda hiç kimsenin sinema salonunda olmadığını gördüm. Herkes gitmişti. Ama Hurma hala yerinden bile kalkmamış ve beyaz perdeye dalıp gitmişti. Sanki film hala devam ediyordu da sadece kendisi görebiliyordu filmi. Yüzü ıslanmıştı. Terlemiş miydi yoksa filmden dolayı mı ağlamış mıydı, bilmiyorum.

      Esi, bir defasında onun her cuma günü hayvanat bahçesine gittiğini anlatmıştı. Hurma hayvanat bahçesini çok severdi ve adeta oraya aşıktı. Ben, Esi ve Aydi nehrin kenarında oturmuş ve suya taş fırlatıyorduk. O yıllarda yağmur çok fazla yağmış ve suyun seviyesi de nehrin kenarına kadar yükselmişti. Bundan dolayı taşın suyun üzerinde daha çok takla atması için taşı çok iyi fırlatmak gerekiyordu. Esi, hepimizden daha iyi taş fırlatıyordu. Onun attığı her taş suyun üzerinde daha çok takla atıyordu.

      Resul gözlerini yummuş ve yeşil bir şişenin arkasından gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzüne arkasından baktığı cam şişe galiba Köle Köpek’in Irak yapımı şişesiydi. Resul, onun bir kafese koymak gerektiğini söylüyordu.

     Esi, insanların onun ördeklere aşık olduğunu ve cuma günleri  de sabah erken saatte hayvanat bahçesine gittiğini ve ördeklerin bulunduğu havuza ekmek attığını söylediklerini anlatmıştı.

    Aydi, sivri bir taş aldı ve sol ayağını öne attı. Sonra bir gözünü kapattı ve öne doğru eğilebildiği kadar eğildi. Bir anda nehre doğru dalıp gitti ve sonra başı dönmüş biri gibi nehir tarafına doğru ayağı kaydı. Az kalsın suya düşüyordu. Ama son anda hızlıca kendisini geriye doğru attı ve bütün gücüyle taşı suya fırlattı. Taş sadece iki kere suyun üzerinde takla attı ve sonra da nehrin dibine doğru kendisini salıverdi.

      Esi: Şimdş bu da ne anlama geliyor?
      Şöyle dedim: Resul onu ver de bir de ben bakayım.
      Yeşil renkli şişeyi Resul’den aldım ve onun arkasından suya bakarken bir an için dalıp gitmiştim. Nehir sanki yemyeşil bir renge bürünmüş ve dalgaları da suyun kenarına vuruyordu.
      Esi, yerden bir taş aldı ve eğildi ve sonra elini yere doğru götürdü. Taşı suya atmadan önce onun için bir planı olduğunu söyledi.

      Aydi: Hmm hmm bir şey değilim.
      Esi: Ne değilsin anlamadım? Ben daha bir şey söylemedim ki.
      Taşı fırlattı ve hep beraber birlikte saymaya başladık: Bir, iki, üç, dört, beş, altı ve yedi.
      Aydi şişeyi aldı ve onun arkasında Esi’ye bakmaya başladı ve “Ben ondan korkuyorum. Ben bir şey değilim” demeye başladı.
      Resul: Eee planın ne? Hadi söyle artık.
      Esi, babasının kendisi için Kuveyt’ten getirdiği radyosunu cebinden çıkarıp açtı. Radyoyu açtığında biri Arapça şarkı söylüyordu. Radyoda Arapça söyleyen kişinin sesi o kadar boğuk geliyordu ki kim olduğu ve ne söylediği belli değildi. Galiba şarkı söyleyen kişi Om Kalsoum’du.
       Esi: Bilmiyorum. Daha çıkartamadım kim olduğunu.

      Üç gün sonra Esi sözünü ettiği planını hazırlamıştı. Hurma için getirdiğini söylediği resim çok kötü bir çizimdi. bunu kız kardeşinin çizdiğini söyledi. Resimde Hurma’nın boynunda bir de ip vardı. Yüzünü kız kardeşinin çizdiğini ama ipi sonradan kendisinin eklediğini anlattı. Kız kardeşinin ip ve Hurma macerasından birşey farketmek istemediğini söyledi. Esi planını anlattığı zaman Aydi bunu bir şartla kabul edeceğini söyledi. Şartı da Esi’nin bizimle gelip sokağın başında beklemesi ve orda gözcülük yapmasıydı. Öğlen yemek yedikten sonra Hurma’nın yanına gitmeye karar verdik. Hurma’nın evi bizim evimizden birkaç sokak ilerde Atayi çıkmaz sokağındaydı. Tam olarak Mansur Han Lastik Deposu’nun arkasındaydı. Mevsim yazdı ve hava da o kadar sıcaktı ki kediler ya ağaçların ya da arabaların altına kaçıp gölgeleniyorlardı. Yola koyulduğumuzda yolda birkaç kere eve dönmeyi istedik. Hava o kadar sıcaktı ki Aydi, serinlenmek için ilk önce nehre girip  daha sonra Hurma’nın yanına gidelim dedi. Ama Resul, Moulin Rouge Sineması’nın Seeta Aur Geeta adında yeni bir film getirdiğini ve Hurma’nın da bu film için evden çıkabileceğini söyleyerek Aydi’ye itiraz etti. Aydi babasının fötr şapkasını başına takmıştı. Fötr şapkası o kadar büyüktü ki kulaklarını bile kapatmıştı. Resul, Esi’nin omuzlarına çıkacak ve resmi duvardan Hurma’nın evinin avlusuna atacak ve resmi attıktan sonra da zile basıp kaçacaktık. Bütün planımız buydu.

      Aydi, sokağın başında lotus ağacının gölgesinde durup gözcülük yapıyordu. Şapkasının ön tarafını da biraz yukarıya doğru kaldırmıştı. Gömleği terlemekten ıslanmıştı. Hiç kimse sokakta yoktu. Her taraf bomboştu ve ortalığı bir sessizlik kaplamıştı. Sadece evlerin avlularında bulanan ağaçların rüzgarın etkisiyle ses çıkaran bir esintiden başka bir şey yoktu sokağın içinde. Ağaçlardan çıkan bu vızıltı korkunç bir ses yapıyordu. Hurma’nın evine ulaştığımızda sessizce duvarın dibine yaklaştık. Resul’un Esi’nin omuzuna ayaklarını koyup duvara çıkması için ben ellerimi birbirine geçirdim. Resul, Esi’nin omuzuna çıktığı zaman hurma ağacının sivri dikenleri onun saçına ve yüzüne battı. Resul de hurma ağacının dallarına sövdü. Resul ağır biriydi ve Esi, Köle’nin bazen çok sarhoş olduğu zamanlarda yalpalayarak yürüdüğü gibi birkaç kere sendeledi. Az kalsın Resul’u yere bırakacaktı. Ama daha sonra ellerini duvara dayadı ve artık ne sağa ne de sola sallanıyordu. Duvarın dibinde biz ve yukarısında ise Resul vardı. Resul, bir elini duvarın bir kenarına dayamış ve bir eliyle de cebindeki üzerine resim çizilmiş kağıdın arıyordu. Hepimizin çok korktuğu belliydi. Çünkü hiç kimseden çıt bile çıkmıyordu. Hepimiz sanki Hurma’nın avlunun kapısından çıkıp bağıracağını bekliyorduk. “Burada ne yapıyorsunuz? Ne işiniz var burada eşek sıpaları?” şeklinde tepki vereceği bir beklenti içerisindeydik.
 
      Korkmamak için Şiraz’ı düşünmeye başladım. Geçen yaz babam bizi otubüsle Şiraz’a götürmeyi düşünüyordu. Şiraz’ın görülmeye değer birkaç resmini bizim ders kitabında görmüştüm. Ama onlardan sadece bir tanesini daha çok sevmiştim. O resmi Cemşit Tahtı, İrem Bahçesi ve Hafiziye’den daha çok sevmiştim. Büyük bir saatti. Çokça büyük bir saatti. Şehrin meydanlarından birinin ortasına koymuşlardı. Her zaman o saati yakında görmeyi istiyordum. Saatin akrebini ve içine ellerimle dokunmayı istiyordum. Akrebin üzerine oturup rakamlardan birinin üzerinden uçmayı istiyordum hep. Üçün üzerinden uçabilirdim. Beş, yedi veya onbir de olabilirdi. Farketmezdi hangi rakam olduğu ama uçmayı çok istiyordum herhangi birinin üzerinden. Saatin üzerine çıkıp saniyelerin arkasından koşmayı istiyordum.
      Aydi şapkasını çıkardı ve hızlı hızlı sallamaya başladı. İlk önce ne yapmak istediğini anlayamadık. Sonra “Hur... Hur...” dedi ve kaçmaya başladı. Esi’ye dedim ki galiba Hurma geldi. Daha sonra Hurma uzun ve siyah paltosuyla sokakta beliriverdi. Esi, Hurma’yı görür görmez duvarın dibinden çıktı. O sırada Resul de onun omuzundaydı ve yere düştü. Yere düşer düşmez dertten feryat etti. Esi’ye de sövdü. Hurma’nın gözü bize iliştiğinde bir an için durdu ve sonra ellerini paltosunun cebinden çıkardı. Biz de bilinçsizce birkaç adım geriye doğru gittik ve sokağın çıkmaz sokak olduğu aklımıza gelince duraksadık. Durduğumuz yerde donup kaldık. Hurma biz üç çocuğu kedi gibi tutup kaçmamamız için kafasında plan yapıyordu sanki. Yavaş yavaş bize doğru yaklaştı ve gölgesi de bizim üzerimize düşmüştü. Bin kere arzu ettim ki keşke Aydi’nin yerinde olsaydım. Resul, Esi’nin suçu olduğunu söyledi ve hemen de ağlamaya başladı. Sonra resmi Hurma’ya verdi. Hurma resme bakarken dalıp gitmişti. Biz de cennete açılan bir kapı ümidiyle onun sağından-solundan ve ayaklarının arasından kaçmaya başladık.

     Haberi ilk olarak Aydi’nin babasından duymuştuk ve hiç kimse inanamamıştı duyduğu şeye. Onun resmini gazetede gördüğümüzde şaşkınlıktan öylece kala kalmıştık. Hurma’nın küçük  bir resmi gazetede yayınlanmıştı ve onun gözleri anlamını bilmediğim siyah bir dikdörtgen içine alınmıştı. Resminin altında “Katil” yazıyordu. Gazetede Hurma’nın eşinin onun ne işle uğraştığını anladığı zaman ondan ayrılıp kız kardeşinin evine gittiğini yazıyordu. Aynı gazetede Hurma’nın eşini çok sevdiği için yaptığı davranışlarının önünü alamayıp en sonunda eşini öldürdüğü haberi de yazının devamındaydı. Hurma, muhabire dünyada en çok eşini sevdiğini sonra hayvanat bahçesindeki ördekleri ve son olarak da Hint filmlerini çok sevdiğini anlatmıştı. Eşinin de bir resmi gazetede yayınlanmış ve altında şu satırlar yazıyordu: “Maktul; Sageri Nebati, Yaş: 65”. Ama gözlerinin üzerinde herhangi bir siyah dikdörtgen biçiminde bir işaret yoktu.

     Otubüse binip koltuklarımıza geçtiğimizde kız kardeşim Tuba yanımdaki koltukta hemen uykuya daldı. Ama ilk önce biraz oyuncağıyla oynadı ve sonra da uyudu. Dünyada en sevmediğim şey varsa o da bir oyuncakla konuşmaktır. Çünkü siz bin saat de konuşsanız bir oyuncakla yine de size bir kelime dahi olsun herhangi bir cevap veremez. Arka koltukta oturan babam da anneme Şiraz’ın görülmeye değer yerlerini anlatıyordu. Cemşit Tahtı’nı anlatıyordu. Sadiye hakkında bir şeyler anlatıyordu. Kur’an Kapısı, İrem Bahçesi ve Kerim Han Kalesi’ni anlatıyordu anneme. Ben başımı cama dayadım ve gözlerimi kapattım.
      Ders kitabında gördüğüm o büyük saati biraz düşünmeyi arzuladım. Ama elimde olmayarak Hurma’yı düşünmeye başladım. Moulin Rouge Sineması, hayvanat bahçesi ve ördekleri hatırladım bir anda nedenini bilmediğim bir şekilde. Sonra kendi kendime dedim ki şimdi Hurma’yı yakalamışlar artık kim ipi onun boynuna geçirecek? Kim ördekler için ekmek götürecek? Arkama dönüp bunları babama sorayım derken anneme çok ilginç şeyler anlattığını gördüm; bin kaç yüzyıl önce bir padişah yeryüzünde kendisi için bir cennet yapmak istemiş ve bunun için çok  büyük ve bir o kadar da çok güzel bir bahçe yapmış kendisine. O bahçenin adı da İrem Bahçesi’ymiş. Babam Şiraz’da bulunan İrem Bahçesi’ni de o padişahın yaptığı bahçeye özenerek yapıldığını anlatıyordu anneme. Cenneti hep hayal etmek için yapmışlar Şiraz’daki İrem Bahçesi’ni. Sonra önüme döndüm ve uyudum. Belki bir şehri belki de iki şehri arkamızda bırakmıştık. Rüyamda hayvanat bahçesini gördüm ve askerler ana caddeden Atayi sokağına doğru ilerliyorlardı. Ama o büyük tabelanın üzerine “Hayvanat Bahçesi” yazmak yerine “Moulin Rouge Sineması” yazıyordu. Sonra biz sinemanın içindeydik ve sinema salonunun ortasında bir de havuz vardı. Film yerine sinema salonunun ortasında bulunan havuzun içindeki ördekleri izliyorduk. Daha sonra Hurma geldi ve havuzdaki ördeklerden çok güzel ve beyaz olan birini aldı ve Vyjayanthimala’ya verdikten sonra ikisi beraber bir Hint şarkısı eşliğinde dans etmeye başladılar. Onlar dans ederken ben, Esi, Aydi ve Resul de sinemanın perdesinin önünde bulanan büyük saatin üzerinde koşuyor ve akrebini hızlı hızlı çeviriyorduk.
      Trenin korna sesiyle bu tatlı uykudan uyandım aniden. Uyandığımda başımı hala camdan ayırmış değildim ve o şekilde göz kapaklarımı zar zor açmaya çalıştım. Camdan dışarıya dalmıştım ve uykuyla uyanıklık arasındaydım. Biraz ilerde son süratle bir tren bize doğru yaklaşıyordu ve yanımızdan hızlıca geçerken trenin içindeki insanlar da bize el sallıyorlardı. Babam uyumuştu. Annem uyumuştu. Kız kardeşim Tuba da. Kısacası otobüsteki bütün insanlar uyumuşlardı. Ama tren yolcuları bunu bilmiyorlardı.
  

*Mustafa Mestur'un En İyi Şekilde adlı öykü kitabından çevrilen bu hikaye Bütimar Dergisi'nin 3. sayısında yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İran'da 'Laikler' ve 'Mollalar' Vuruldu!

Bekleyiş Penceresinde Bir Göz

Bir Medeniyeti Anlamak