Göçmen Kuşlarından Sor


Göçmen Kuşlarından Sor

(Simin DANİŞVER)
 
     Annemin rüyamı gördüğünü ve benim de onun rüyasında olduğumu ve olayların rolünü üstlendiğimi kendi rüyamda görüyordum. Bu durum hiçbir mantık çerçevesiyle izah edilemez, ama yoksa her şeyi mantık terazisiyle tartmak mı gerekiyor? Annemin bir elinde makas vardı ve makasa bakarak bana doğru yaklaşıyordu. Kesilmiş saçları yere dökmüştü. Belgelerim elimdeydi.
 

     Merdivenlerden yukarıya çıkarken müdür yardımcısı, sana diyorum, başını iyice ört, başörtünü öne çek diyerek yüksek sesle bağırdı. Ben de okulda hiçbir erkeğin olmadığını hatta hademenin bile kadın olduğunu dile getirdim. Kalın bir örtünün okul kapısına asılı olduğunu ve kapının da kapalı olduğunu söylediğimde müdür yardımcısı bağırarak şöyle dedi: Kimsesiz utanmaz, ben ne diyorsam onu yap. Cevabını hemen verdim: Ben kimsesiz değilim, annem var. Çok iyi bir kardeşim de var ve daha yeni cepheden döndü, silahı da pencerededir. Müdür yardımcısı yine bağırarak konuşmaya devam etti ve bu sefer beni tehdit etti: Başına öyle bir bela getiririm ki...
 

     Geometri öğretmeni sınıfta şöyle diyordu: İki tane paralel çizgi birbirine ulaşamaz, eğer Allah isterse olur aksi taktirde bu mümkün değildir. Ben de dedim ki Allah artı (+) sonsuzluktur ve iki paralel çizgi uzak bir sonsuzlukta birbiriyle kesişebilir. Geometri öğretmeni aferin dedi ve ben konuşmaya devam ettim: Dünyanın yuvarlak oluşu da bu kesişmeye yardım eder.
 

     Formulunu de şu şekilde yazdım: Allah, artı sonsuzlukla (+∞) ile şeytan da eksi sonsuzlukla (-∞) eşittir. Geometri öğretmeni tahtanın önüne geldi ve bir ah çekti: Tekliğin onda olduğu ve ona işaret edildiği sadece birdir.
 

     Geometri öğretmeni "aded"in ne olduğunu sordu. “Bir”lerden meydana gelen cümlelerin oluşturduğu şeylerdir dedim ve devam ettim: Allah da sadece tek olan o birdir. Her şey ve herkesten daha yalnızdır. Arkadaşlarımdan biri sözlerimin arasına girerek şöyle dedi: Şeytan da sadece Allah’ın dişisi olabilir mi?
 

     Geometri öğretmeni şöyle devam etti: Evet, kesinlikle öyle, ama eğer formülü senin için şu şekilde değiştirirsek: Allah artı (+) eksi (-) sonsuzlukla eşittir, o zaman Nasır Hüsrev’in şu beytini okuyalım:
 

Senin ayağında bir hileye yer yoksa,
 
Şeytanı yaratmaya ne gerek vardı?
 

     Öğretmen bu beyti okuduktan sonra çok zaman geçmemişti ki teneffüs zili çalmıştı. Müdür yardımcısı niye zili ders bitmeden çalmıştı? Kendisi bizim her halükarda sınıfta oturup içtenlikle geometri öğretmenini dinlediğimizi biliyordu.
 

     Annemin rüyasında, pervane gibi dönen beynimi yönlendirip yönlendirmediğini biliyordum. Allah ve şeytan hakkında neden o kadar fazla düşündüğümü biliyordum, ama annem geometri dersinde yanımda değildi. Allah’ın hilkatten önce ne yaptığını merak ediyor ve bu konu hakkında da hep düşünüyordum. Kendi kendime sorardım: Acaba şeytan tek başına Allah’ın dişisi olabilir mi? Eğer böyleyse o zaman Allah melekleri neden yarattı? Melekler kapı çaldılar, kapının sesini duydum ve iki paralel çizginin uzak bir noktada birbiriyle kesiştiğini gördüm. Benim hayat bahçemde begonvil çiçeklerinden başka bir şey yeşermemişti. Acaba yeşermişti de ben mi farkına varamamıştım. Gururlu ağaçlar, özensiz ve düzensiz asfaltlı yollar... Yemyeşil yeşillikler, evimizin karşısındaki dükkanın içindeki küçük turpler... Begonvil çiçeği ya da zakkum bitkisi... Acaba zakkum bitkisi müdür yardımcısının zühresinin ayrılığı için miydi? Acaba benim asfalt yollar üzerindeki cesedim, komşuların evlerinin damlarındaki beyaz çarşaflar, megafonlardan çıkan sesler, gökyüzündeki göçmen kuşlar.... bütün bunlar annemin rüyasında tasavvur aleminden müşahede alemine geçip gerçekleşmeyi bekliyor muydu?
 

     Damların üzerinde göçmen kuşların bir kuşun liderliğinde göç ettiklerini izliyordum. Öncü kuş düştü. Belki vurulmuş olmalıydı veya yorgunluktan da düşmüş olabilirdi ya da her ikisi, ama silah sesini duydum. Kardeşimin tabancasını sırtıma atmıştım. Tabancayı o kadar sıkı tutmuştum ki ateşledikten sonra kardeşim tabancayı elimden almaya ne kadar yeltendiyse de alamadı. Kardeşim ağlayarak dedi: Neden nazlı kız kardeşimi üzüyorum? Defin işi çok dertli bir iştir. Ha silah olmuş ha silahsız ne fark eder.
 

     Göçmen kuşları havada oynaşıyorlardı, ses çıkarıyorlardı. Bazen zikzak çizerek uçuyorlardı ve bazen de bir daire gibi havada toplanıyorlardı. Sanki birini lider seçmek için birbirlerine danışıyorlardı. Ben cesedimden ayrıldım ve onlara yetişmek için uçmaya başladım. Onlar da lider olarak beni seçtiler ve birini de yardımcı olarak tayin ettiler. Üçgen şeklinde uçmaya durduk. Nereye doğru uçuyorduk? Belki sonsuzluğa belki de abat olan bilinmeyen bir diyara doğru uçuyorduk ve ilk olarak manav dükkanın üzerindeki yeşillikler üzerinden uçtuğumuzu hatırlıyorum. Manavcı sebzeleri ve küçük turpleri suluyordu.
 

          Dua faslından sonra sınıflara gitmek için sıraya girmiştik. Müdür yardımcıs kolumu çekti ve beni sıradan çıkardı. Ben ve müdür yardımcısı diğerlerinin önünde öylece durduk. Müdür yardımcısı türbanımı çıkardı ve makasla başımın ortasından saçımı kesmeye başladı sinirli ve yüzsüz bir şekilde. Başımın ortası sanki Afrika kıtası ya da kendi ülkemiz gibi olmuştu. Saçlarımın kesilmiş yerleri de bir ülkenin çöl olan topraklarına benziyordu. Müdür yardımcısı saçlarımı kestikten sonra öğrencilerin önünde “bu şımarık ve kendini bilmez kızı” yuhalayın” diyerek beni azarladı. Kimseden ses çıkmadı, ama sınıf arkadaşlarımdan birkaç kişinin kısıklarını duydum.


     Bunun üzerine müdür yardımcısı beni tehdit ve şöyle dedi: Ölümünün habercisi olan türbanını tak. Ama ben başımı kapatmadım ve kendisi gelip başımı kapattı. Türbanımı çenemin altında o kadar sıkı bağlamıştı ki nefes almakta zorlanıyordum. Beni odasına götürdü. Müdür çocuğuna süt veriyordu ve başını hiç kaldırmadı. Çocuğunun kulaklarına dalıp gitmişti. Çocuğun kulakları sanki daha yeni açmış bahar çiçeklerinin yaprakları gibiydi.
 

     Müdür yardımcısı öğrenci işlerinden dosyamı istedi. Öğrenci işleri başkanı da beni ima ederek “yoksa bir hata mı yaptı” dedi. Buna karşılık olarak da müdür yardımcısı “hepsiyle nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum” diyerek serzenişte bulundu. Müdür okulu sanki kendi ikinci evi gibi kullanıyordu. Elini-yüzünü okulda yıkıyordu ve kahvaltısını bile okulda yapıyordu. Hademe de kendisine alış-veriş yapıyordu.


     Öğrenci işleri başkanı dosyamı ararken ikinci defa müdür yardımcısına “nihayetten söylemediniz bu kızcağızın hatası nedir” diye sordu.
 

     - Söz dinlememe ve Allah hakkında iler-geri konuşma. Geometri hocası da “iyiliği emret kötülükten nehyet” fermanını yerine getirmiyor. Ben kendi kulaklarımla da duydum ve şöyle diyordu: Allah hilekardır. Bu kız da şeytanın Allah’ın dostu olduğunu söylüyordu. Bunu idareye belirttim. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi hocasının konuşmaları da bu şekildedir. Onun hesabını da göreceğim.


     Öğrenci işleri başkanı müdür yardımcısının tehditkar sözleri arasında “fakat bu kızcağızın son yılıdır” diyerek beni savunmaya çalıştı ve sözlerinin devamında benim sivri zekalı ve seçkin bir öğrenci olmamdan söz etti ve ayrıca yıl sonu sınavında elde ettiğim başarıdan da bahsetti. Fakat müdür yardımcısı öğrenci işleri başkanın sözlerine hiç kulak asmadı ve beni disipline vereceğini de sözlerine ekledi.


     Müdür yardımcısı dosyamı elime verdi ve şöyle dedi: Okuldan atıldın. Diğer yaramazlar için de bir ibret olsun. Anne ve babana söyle yarın yanıma gelsinler.

     - Daha önce babamın olmadığını size söylemiştim.

     Daha sonra müdür yardımcısına karşı korkmadan şu şekilde konuşmaya devam ettim: O halde siz kapıların arkasında durarak casusluk yapıyorsunuz, yanlış duyuyorsunuz ve aynı şekilde duyduklarınızı da yalan-yanlış aktarıyorsunuz. Ben asla şeytanın Allah’ın dostu olduğunu söylemedim ve aynı şekilde ne Geometri ne de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni Allah hakkında söylenilmeyecek şeyler söylediler.

     Müdür yardımcısı sinirlendi ve susmamı söyledi. Sonra masanın üzerinden bir cetvel aldı ve onunla yüzüme, başıma ve sırtıma vurmaya başladı. Ben de ayakkabılarımın ucuyla onun dizine vurdum. Öylece sandalyeye yığılı verdi. Öğrenci işleri başkanı kendisine bir bardak su verdi. Yavaşça bana gitmemi ve müdür yardımcısının içinde bin yıllık bir ukde ve kinin olduğunu söyledi.
 

     Ben din dışı şeyler söylememiştim. Sadece itikafın üçüncü gününde orucun vacip olduğunu bilmiyordum. Hatta mutekifin olduğunu da bilmiyordum. Eğer bilseydim begonvil bahçesinde zihnen mutekif olurdum ve benim dert ortağım olması için şeytanın yerine geçerdim. Bunları Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenine de söylemiştim. Gülmüş ve şöyle demişti: Sen bütün bunları kimden öğrendin?

     Göçmen kuşlarını özgür bıraktım ve kendilerine düz bir çizgide gitmelerini ve çabuk onlara yetişebileceğimi söyledim. Kuşlar da bensiz asla uçmayacaklarını söylediler ve onlara daha önce bana yardımcı olarak tayin edilen yardımcı kuşla uçmalarını söyledim. Bunun üzerine göçmen kuşları şu şekilde karşılık verdiler: Çeşmenin kenarında su içip dinleneceğiz. Bu da bir nevi bir ab-ı hayattır. Ve yardımcım konuşmaya başladı: Sen de bu ab-ı hayata susamışsın. Bu duygusal konuşmalardan sonra kendilerine 40 yıl sabredebilecekler mi diye sorduğumda hepsi bir ağızdan sen gelene kadar biz bin yıl dahi beklemek sabredebiliriz ve tahammül edebiliriz. Ben de göçmen kuşlara Allah nezdinde küçük bir sabır süresinin 40 yıl olduğunu söyledim.


     Sınıfın penceresi açıktı. İçeriye girdim. Sınıf arkadaşlarım tavana bakıyorlardı. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni sözünü kesti ve başını eğip önüne baktı. Beni görmemiş olmalarını ümit ediyorum. Galiba beni görmediler. Benim yerime begonvil çiçekleriyle dolu bir vazo koymuşlardı. Sınıf arkadaşlarımın önünde durup onlara karşı şu şekilde hitap etmeye başladım: Siz Belkıs’sınız ve Hud Hud gelip sizi Süleyman'ın yanına götürecek. Hiç kimse sesimi duymadı, ama öğretmenimiz ve sınıf arkadaşlarım nereden geldiği ve ne söylenildiği belli olmayan bir konuşmayı dinliyorlardı sanki.
 
 
      Müdür yardımcısı aniden kapıyı açtı ve içeriye girdi. Sınıf arkadaşlarım kendisini yuhalamaya başladılar. Bunun üzerine neden bütün suçu benim boynuma atıyorsunuz diyerek çıkıştı. Öğretmenimiz de sinirli bir şekilde sen boşalttığın bir havuzu dolduramazsın, ama eğer kendine bela aramak istiyorsan git okulun etrafındaki tel-örgülere bulaş ve hiç olmazsa o duvarlarında kenarında dur diyerek müdür yardımcısına sert bir cevap verdi. Kitap ve çantasını alıp sınıftan çıkarken artık benim bu lisede yerim yok deyip gitti.
 

     Ve şimdi damdaki olukların yanında suyu bekliyordum. Komşuların beyaz çarşafları damların üzerinde rüzgar esintisiyle birlikte sağa-sola gidip geliyordu. Gökyüzü o kadar açık ve temizdi ki sanki melekler temizlemişlerdi. Güneş o kadar büyüktü ki gökyüzünün ardında sanki bir ateş yakılmıştı. Rüzgarın hafif esintisi benim kanatlarımı okşuyordu. Yardımcı kuşum bana doğru geldi ve dolu gül suyu olan gagasını benim gagam yaklaştırdı. Gül kokusu geliyordu.
 

     Göçmen kuşlarıyla birlikte uçmaya devam ettik. Işık bizim kanatlarımızın üzerindeydi. Yer bizim ayaklarımızın altında aydınlanmıştı. Sanki yerde bir kutlama yapılıyordu ve yerde bir festival-şenlik vardı. Mezralar yemyeşildi. Evimizin karşısındaki manav dükkanının yeşillikleri yemyeşildi. Begonvil çiçekleri gökyüzünde dalgalanıyordu ve parlayan kırmızı güller de küçük turpleri hatırıma getiriyordu. Ama şimdi neden şeftali ve incir yemek istediğimi bilmiyordum. İncir ağaçlarının üzerine konup gagayla dokunulabilirdi ve hiçbirimizin gagası eğri değildi. Annemin hiç kimsenin incir sadakasını vermediğinin sesini duydum.
 
      Gün batımından sonra yıldızlar çıkmaya başladı ve yıldızımı hemen tanıdım. Söndü ve yere düştü. Biz bir mezarlığın üstünden gökyüzünde uçuyorduk. Annem o perişan rüyasında kardeşime soruyordu: Canının ne istiyor? Canının istediği şeyi hazırlamak için canımı dahi vermeye hazırım kuzum. Kardeşim de sadece kız kardeşimi istediğini söylemişti. Annem mezar taşına gül suyu dökmüştü. Anne ve kardeşimin göz yaşları gül suyuna karışmıştı. Onların feryad u figan seslerini duyuyordum ve onlarla birlikte ben de feryat etmeye başladım. Gitmeyin, yalnız bırakmayın beni diye bağırıyordum. Ama bağrışlarıma karşı bir cevap alamayacağımı biliyordum ve biz göçmen kuşları yüzümü sonsuzluğa çevirip uçmaya başladık. Ayın ışığı bizim kanatlarımızdan sızıp yüreğimizin kanatlarına ulaşıyordu.

*Bu çeviri Karahindiba Dergisi'nin 9. sayısında yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İran'da 'Laikler' ve 'Mollalar' Vuruldu!

Bekleyiş Penceresinde Bir Göz

Bir Medeniyeti Anlamak